GİRİŞ

             Bilim adamları, 20. yüzyılın başlarında bir şey keşfettiler: Madde bildiğimiz gibi değildi. Madde sert değildi. Madde renkli değildi. Koku, ses ve görüntü vermiyordu. Madde yalnızca bir enerjiydi. Oturduğumuz koltuk, dayandığımız masa, içinde bulunduğumuz ev, köpeğimiz, karşımızdaki insanlar, binalar, uzay, yıldızlar, kısacası tüm maddesel dünya, bir enerji şekli olarak vardı. Dolayısıyla madde üzerine kurulan tüm felsefeler, bu beklenmedik keşif ile bilimsel olarak çöktü. Bilim, insan bedeni içinde ama bedene ait olmayan, tüm fiziksel dünyayı algılayan ama kendisi fiziksel olmayan bir gerçeğin ispatını gösterdi: İnsan ruhunun.

             Ruh, materyalistlerin iddiaları ile hiçbir şekilde açıklanamazdı. Canlılığın hayali evrimine sayısız uydurma hikaye üretmiş olan Darwinizm, ruhun varlığı karşısında suskundu. Çünkü ruh, madde değildi. Metafizik bir kavramdı. Metafizik ise, materyalistler için hiçbir şekilde kabul edilemezdi. Çünkü metafizik, onların sözde ilahlaştırdığı şuursuz olayları, tesadüfleri, bilinçsiz süreçleri ortadan kaldırmakta, bilinçli bir yaratılışın yani Allah'ın varlığının kanıtlarını sunmaktaydı. Zaten materyalistlerin eski Yunan'dan beri ruhun varlığına karşı mücadele vermiş olmaları da bundandı.
              Eski Yunan'dan günümüze kadar süren bu mücadelenin artık hiçbir anlamı kalmamıştır. Çünkü insanı insan yapan, "ben benim" diyen varlık, yani ruh vardır ve Allah'a aittir. Bilim, her şeyin insan ruhuna izlettirildiğini, izlenen bu görüntüler dışında hiçbir gerçeklikten söz edilemeyeceğini kesin olarak ispat etmiştir. Bir başka deyişle bilim, tek mutlak Varlık'ın Allah olduğunu açıkça ilan etmiştir.
             Bilimin bu ispatı, kuşkusuz materyalist felsefeyi ilahlaştıran zihinlerin ikna olması için önem taşımaktadır. Ama aslında, bilinç ve şuur sahibi olan her insan, üstün bir ruh taşıdığının farkındadır. İnsan, eğer akledebiliyorsa, sevindiği, düşündüğü, karar verdiği, muhakeme ettiği, neşelendiği, heyecanlandığı, sevgi duyduğu, acıdığı, endişelendiği, bir elmanın tadından zevk aldığı, bir müziği dinlemekten hoşlandığı, uçaklar inşa ettiği, gökdelenler yükselttiği, laboratuvarlar kurup kendisini incelediği sürece, bunların tümünü gerçekleştirenin kendi ruhu olduğunu anlayacaktır.

            Ruh sahibi insan, başıboş yaratılmamıştır. Bu dünyadaki varlığının bir amacı vardır. Allah'ın ruhunu taşımakta ve bu dünyada imtihan olmaktadır. Yaptığı ve düşündüğü her şeyden sorumlu tutulacaktır. Yaşamında, Darwinistlerin iddia ettikleri şekilde bir rastgelelik, şuursuz tesadüfi olaylar ve amaçsızlık yoktur. Her şey Allah'ın dilemesiyle yaratılmıştır ve bunların tümü tabi olduğu imtihanın bir parçasıdır. Ölüm ile sonlanacak bu yaşamında geride bırakacağı sadece bedeni olacaktır. Ruhu ise, ruhun barınacağı gerçek hayat olan ahirette sonsuza kadar yaşayacaktır.

            Bu, ruh sahibi olduğunun farkında olan, Allah'ı takdir edebilen her insan için büyük bir müjdedir. Ama Darwinistler, ruh sahibi olduklarını kabul etmedikleri sürece, bu gerçekten olanca güçleriyle kaçmaya devam edeceklerdir. Yaşamları boyunca inkar ettikleri Yüce Allah'ın huzuruna çıkacakları gerçeğine inanmaya direneceklerdir. Kendilerini, rastgele oluşmuş bir hücre yığını olarak görmeyi sürdürecek, DNA'ları keşfeden, atomun yapısını inceleyen, hücrenin derinliklerine inip hayranlık duyan insan bilinci karşısında ise bocalamaya devam edeceklerdir. İnsan ruhu, Darwin'in ve Darwin yandaşlarının büyük bir açmazıdır. İçinden çıkamadıkları, açıklayamadıkları, çözümsüz kaldıkları en temel gerçektir. Allah onları; maddeyi yok ederek, ruhun varlığını –onların inkar edemeyecekleri şekilde– bilimsel olarak ispat ederek yenilgiye uğratmıştır. Artık bu gerçeğe karşı getirecekleri tüm itirazlar geçersiz ve anlamsızdır.
Allah, ayetlerinde şöyle buyurur:
Allah'ı bırakıp kıyamet gününe kadar kendisine icabet etmeyecek şeylere tapandan daha sapmış kimdir? Oysa onlar, bunların tapmalarından habersizdirler. İnsanlar haşrolunduğu (bir araya getirildiği) zaman, (Allah'tan başka taptıkları) onlara düşman kesilirler ve (kendilerine) ibadet etmelerini de tanımazlar. (Ahkaf Suresi, 5-6)
                Darwinistlerin ve materyalistlerin şu gerçeği görmeleri gerekmektedir: Tek gerçek ve mutlak Varlık Allah'tır. Bu gerçek karşısında tüm batıl dinler çıkmazdadır. Tümü, boş birer aldanıştır, bir aldatmacadır. Allah, Yüce Kudreti ile tüm varlıkları kaplamıştır. Her şey O'na aittir, O'nun kontrolündedir. Ruhun varlığını ve yaratılmışlığı inkar etmek, bu gerçekleri değiştirmeyecektir.

             Bu kitapta, materyalistlerin büyük yanılgısı, bunun bilimsel kanıtı, bu gerçek karşısında Darwinizm çıkmazı ve ruhun tereddütsüz varlığı konu edilmektedir. Ruhun algıladığı dünyanın yalnızca bir hayal olarak var edildiği ve tüm evrene hakim olan tek mutlak Varlık'ın, yerlerin ve göklerin Hakimi ve Sahibi olan Allah olduğu hatırlatılmaktadır. Bu gerçekleri görüp anlayan şuuru açık her insan, artık yaşadığı dünyaya farklı bir bakış açısı ile bakacak ve tek kurtarıcısının Allah olduğunu kavrayacaktır. İnsanın asıl hayat olan ahirette kurtuluşa ermesi için yapması gereken, işte bu anlayış doğrultusunda davranmaktır.
MATERYALİZM YIKIMA UĞRAMIŞ, YOK OLMUŞTUR

Bir Devrin Hurafesi: Materyalizm

               Eski Yunan düşünürleri, tüm cisimlerin atom denilen küçük parçacıklardan meydana geldiğini düşünüyorlardı. Evreni ve tüm canlıları; hiçbir yönlendirme olmadan, hiçbir bilinçli müdahaleye maruz kalmaksızın, bu atomların şekillendirdiğini iddia ediyorlardı. Bu inanışa göre, madde ezeli ve ebedi idi ve maddenin dışında hiçbir varlık söz konusu değildi. Varlıkların yapı ve davranışlarında doğaüstü olayların müdahalesi kabul edilemezdi. Her şey, maddenin mutlak varlığı inancına dayanıyordu. Madde ezeli olduğuna göre, evren de ezeliydi ve bu anlayış ateizmin temelini oluşturuyordu. 
              Tüm evren ezeli olarak varsa, sapkın materyalist inanışa göre maddenin ve evrenin yaratılmış olması imkansızdı.
Materyalizme göre, evren sonsuzdu ve dolayısıyla evrende bir amaç ve özel yaratılış da yoktu. Evrendeki tüm denge, ahenk, uyum ve düzen, materyalistlere göre sadece tesadüflerin eseri idi. Materyalizm her şeyin, şuursuz atomların rastgele bir araya gelmeleri sonucunda meydana geldiğini ve dış dünya her ne kadar mükemmel bir komplekslik, denge ve müthiş bir düzen sergilese de, tüm bunların amaçsız tesadüflerin bir sonucu olduğunu iddia ediyordu. Materyalist zihniyet, bu akıl dışı önkabule eski Yunan'dan beri sahipti.

            Materyalizm, "amaç" ve "yaratılmışlık" fikirlerini reddettiği için, bir Yaratıcı'nın varlığını da reddediyordu. Daha doğru bir deyişle materyalizm, Allah'ın varlığını reddetmek için ortaya atılmış bir felsefe idi. Yeryüzünde Allah inancını inkar eden pek çok akım, ideoloji ve fikir sistemi, materyalizmi kendisine temel edinmişti. Yani dinsizliğin en etkin dini materyalizm olmuştu.

Stanley Sobottka
         Virginia Üniversitesi'nden fizik profesörü Stanley Sobottka, materyalizm sapkınlığını şöyle tanımlamaktadır:
           Eğer biz buna (materyalist görüşe) inanırsak, buna göre yaşarsak, kendimiz de dahil tüm yaşantımızın tamamiyle fizik kanunlarına göre yönetildiğini kabul etmek durumunda kalırız. Bu durumda isteklerimize, arzularımıza, ümitlerimize, ahlaki düşüncelerimize, hedeflerimize, amaçlarımıza ve kaderimize hükmeden tek kanun, fizik kanunlarıdır. Madde ve enerji bizim birinci asıl hedefimiz, tüm tutkularımızın ve isteklerimizin amacı olmalıdır. Özellikle bunun anlamı, yaşantılarımızın vücutlarımızı da içeren maddiyatı elde etme amacına dayalı olması, buna odaklanması gerekmektedir veya maksimum maddesel hoşnutluğu, tatmini, zevki elde edebilmek için en azından bu maddi şeyleri düzenlemek veya değiştirmek gerekmektedir. Başka hiçbir amaç gözetmeden sadece tüm enerjimizi bu yönde harcamalıyız. Tüm bunlardan başka hiçbir seçeneğimiz yoktur çünkü tamamiyle fizik kanunlarına göre yönetilmekteyiz. Bu inançlar veya istekler tarafından kendimizi tuzağa düşmüş gibi hissedebiliriz ancak bunları başımızdan bir türlü defedemeyiz. Bize tamamen bu materyalist sistem hakim olur.
Kısaca özelleştirirsek bu materyalist felsefenin özeti "Ben bir vücudum" şeklindedir.

               Eski Yunan'da, materyalizme göre dindar insanlar bilimselliğe karşıydılar. İşte bu yüzden materyalistler tarih boyunca Allah inancı ve bilim arasında bir anlaşmazlık varmış gibi bir görünüm ortaya koymaya çalıştılar. Oysa bilim Allah'ın varlığına dair deliller göstermekteydi, Allah inancı ile mücadele halinde olan ise materyalist zihniyet idi. (Bu elbette Darwinizm'i de kapsıyordu. Darwinizm ile mücadele, asıl olarak onun materyalist kaynaklı olması nedeniyledir.) Materyalistler, tarih boyunca varlıkların bir atom yığınından oluştuğunu, insan beyninin de bir hücre ağından başka bir şey olmadığını iddia ettiler. İnsan zihnine bir açıklama getiremediler; bunu, nöronların etkileşmesi olarak açıklamaya çalıştılar.

             Materyalistler, kendilerini de bir hayvan veya makine olarak tanımlamaktan çekinmediler. Şuurlu bir varlık statüsünde olduklarını inkar ettiler. Kendilerini tesadüflerin var ettiğini iddia ettiler. Oysa bu büyük bir aldanış ve Allah'ı inkar etmek için kurgulanmış büyük bir yalandı.

            Maddenin mutlak gerçekliğine inanan bu insanlar aslında, Delaware Üniversitesi Bartol Araştırma Enstitüsü'nden kuantum parçacık fizikçisi Stephen M. Barr'ın ifadesiyle eski dönem paganistlerinden neredeyse farksızdılar. Materyalistler, insanı, tıpkı eski paganlar gibi insandan aşağı varlıklar olarak tanımlamaktaydılar. Paganlar bunu, sözde maddeyi ilahlaştırarak yapmıştı; materyalist ise aynı şeyi, ruhu inkar edip her şeyi madde seviyesine indirgeyerek gerçekleştirdi. Paganlar, hareketlerin yörüngeler ve yıldızlar tarafından kontrol edildiğini söylemişti; materyalistler ise, kendilerinin, beyinlerindeki elektronların yörüngeleri tarafından kontrol edildiklerini iddia ettiler. Paganlar, ibadet etmek için hayvanların önünde eğilmişti; materyalistler ise kendilerinin hayvandan başka bir şey olmadığını iddia ettiler.

Amit Goswami
Oregon Üniversitesi Kuramsal Bilimler Enstitüsü fizik profesörü Amit Goswami, materyalizmin insanlara aşılamak istediği temel mantığı şu şekilde açıklamıştır:
Bizler, birer makine olduğumuza inanmaya şartlandırıldık. Buna göre tüm hareketlerimiz; aldığımız uyarılar ve geçmişteki şartlanmalar tarafından kontrol edilmektedir. Tıpkı sürgünler gibi, hiçbir sorumluluğumuz veya hiçbir seçimimiz yok.
Oysa insanı Allah yaratmıştır. İnsan, amaçsız ve sorumsuz bir varlık değildir, materyalistlerin iddiasının aksine şuursuz bir makine değildir. İnsan, Allah'a karşı sorumlu bir varlıktır ve yaptıklarının tümünden ahirette sorguya çekilecektir.

           İnsanları bu gerçekten uzaklaştırmaya çalışan materyalist mantık, eski Yunan'dan beri tarihin her döneminde aynı anlayış ile tarih sahnesinde yerini almıştı. Ama bu inanışın asıl olarak yaygınlaşıp yerleşik bir fikir sistemi halini aldığı asır 19. yüzyıl oldu. 19. yüzyılda, klasik fizikçilerin büyük bir çoğunluğu, maddenin ana öğelerinin tıpkı bilardo topları gibi, cansız, bölünemeyen atomlardan oluştuğunu ve evrendeki mükemmel düzen ve kompleksliğin kaynağının atomların rastgele hareketlerinin bir sonucu olduğunu sanıyorlardı. Onlara göre, yeryüzündeki canlılık da dahil olmak üzere her şey, bilinçsiz bir süreç içinde tesadüf eseri var olmuştu. Atomlar; bilinçsiz, şuursuz birliktelikler kurmuşlar ve şu anda karşımızda gördüğümüz mükemmel özellikleriyle dünyayı, dahası akıl ve şuur sahibi olan bizleri meydana getirmişlerdi. Materyalistler, bu iddiaları sıralayarak insanın bir Yaratıcı tarafından yaratılmadığını ve maddesel bir varlıktan öte bir şey olmadığını insanların zihinlerine kazımak istiyorlardı. Oysa insanın mükemmel sistem ve mekanizmalarla, olağanüstü bir akıl ve zihin gücüyle yaratılmış olduğu açık bir gerçektir. Yeryüzünde, materyalistlerin iddia ettikleri gibi bilinçsiz ve şuursuz olaylar, bunun sonucunda oluşan bilinçsiz yapı ve sistemler yoktur. Her şey, kimi zaman insanın kavrama gücünü aşan komplekslikler ve üstünlükler sergiler ve bu detaylar, hiçbir tesadüfi müdahaleye mahal vermeyecek derecede mükemmeldir. Yeryüzü, olağanüstü yaratılışın delillerini gösterir niteliktedir.

               Bu gerçeklere rağmen, materyalistler şuursuz atomların her şeyin temeli olduğuna dair iddialarında ısrarlıydılar. Peki materyalistlere göre her şeyin sebebi olan atom nasıl bir şeydi?
Atom, bir bakıma bir boşluktur ve bu gerçekten de doğrudur. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Nötron ve protonların birlikte oluşturduğu atom çekirdeğini, sadece 1 mm çapında, bir toplu iğne başı büyüklüğünde kabul edersek; çekirdeğin etrafında dönen elektron bu çekirdekten tam 100 metre uzaklıkta bir noktada bulunmaktadır.

            Çekirdekle elektronlar arasındaki bu büyük mesafe içinde ise var olan şey sadece boşluktur. Hiçbir şeyin, hiçbir maddenin bulunmadığı bu 100 metrelik boşluk, gerçek anlamda bir "boşluk"tur. İşte bu nedenle uzmanların atomu bir boşluk olarak kabul etmeleri bir bakıma doğrudur. İngiliz fizikçi Sir Arthur Eddington'un belirttiği gibi, "madde çoğunlukla hayalet gibi boş alandan oluşmaktadır."

            Daha kesin konuşmak gerekirse, atomun %99.9999999'unda hiçbir şey yoktur.
Kaliforniya Üniversitesi'nden parçacık fizikçisi Fred Alan Wolf, atomla ilgili olarak bu gerçeği şu şekilde açıklamıştır:
... bizim yaşadığımız gezegendeki hayatın, evrenin ne kadar boş olduğunu düşündüğümüzde, bir sürpriz olduğunu anlayabiliriz. Aslında, evrenin %99'dan fazlası hiçbir şeydir! Evrenin endişe verici bir hızla genişlemekte olduğunu dikkate alırsak, daha önce hiç olmadığı kadar çok hiçlik meydana gelecektir! Buna bu şekilde bakmak bizde hayranlık uyandırıcı bir saygı oluştururken, atom altı parçacıkların mikrodünyasını dikkate aldığımızda, durum daha da fenalaşır. Deyim yerindeyse, hiçbir şey yoktur.

Allah yaratmayı başlatır…sonra onu iade eder, sonra da siz O’na döndürülürsünüz.
(Rum Suresi,11)

        20. yüzyılın başlarında her şeyin en ufak parçası olarak kabul edilen atomun içinde dev bir boşluk olduğu, bu boşluğun içinde de bir çekirdek ve onun etrafında dönen elektronlar olduğu biliniyordu. Maddenin de, atomun da, onun içindeki temel parçacıkların da işlevleri yalnızca genel hatlarıyla anlaşılmıştı. Peki atom çekirdeğinde, 10-18 metrelik bir alanda, yani santimetrenin milyonda birinin, milyonda birinin, milyonda biri kadarlık bir alanda ne vardı? İşte bilim adamları bunu bilmiyorlardı.

          1960'lı yıllarda, bilimsel alanda çok önemli bir keşif gündeme geldi. Protonun derinliklerinde, ismine kuark denilen parçacıklar olduğu fark edildi. Bu olağanüstü küçük parçacıklar, protonun artı yükünün ve nötronun yüksüzlüğünün sebebiydiler. Zamanla yapılan araştırmalar sonucunda anlaşıldı ki, atomun 0.0000001'ini oluşturan hacmin içinde müthiş bir dünya var.
Materyalistler, atomun derinliklerine doğru indikçe ve maddenin en küçük yapı taşının olağanüstü detaylarını gördükçe, çözümü bu konudaki teorilerini farklı bir yönde geliştirmekte buldular. Tüm evrenin bilinçsizce, rastgele bir şekilde ortaya çıkması için, yalnızca atomların değil, atomun içindeki dünyanın, yani atom altı parçacıklarının parçacık hareketlerinin de nasıl meydana geldiğini açıklamaları gerekiyordu. Yegane varlığın madde olduğu iddiası, materyalist zihinlerdeki yerini korumaktaydı. Ta ki, kuantum fiziği keşfedilinceye kadar...



Materyalizmi Bilimsel Olarak Yok Eden Keşif: Kuantum Fiziği

Isaac Newton
Fiziki evrenin inşa edilme şekli, ruhun varlığına işaret etmeye yeterlidir. Benim ruhu bulduğum noktalar kuantum mekaniğinin işleyişi ya da kuantum fiziği diyebiliriz, bunlar, fiziki dünyanın ardında ruhla bağlantılı bir temel olabileceğini gösteriyor. (Kaliforniya Üniversitesi'nden ünlü parçacık fizikçisi Fred Alan Wolf)
Isaac Newton'a göre ışık, "corppuscule" adı verilen bir madde akımıydı. Tümüyle parçacıklardan oluşuyordu. Bir başka deyişle kuantum fiziği keşfedilene kadar kabul gören geleneksel Newton fiziğinin temeli, ışığın bir parçacık yığını oluşuna dayanıyordu. 19. yüzyıl fizikçilerinden James Clerk Maxwell ise ışığın dalga davranışı gösterdiğini öne sürüyordu. Kuantum teorisi, fiziğin bu en büyük tartışmasını uzlaştırdı.
1905 yılında Albert Einstein, ışığın kuantalara, yani enerji paketçiklerine sahip olduğu iddiasını ortaya attı. Bu enerji paketçiklerine foton adı veriliyordu. Parçacık olarak adlandırılsalar da, fotonlar 1860'larda James Clerk Maxwell'in iddia ettiği gibi dalga hareketine eşit şekilde gözlemlenebiliyordu. Dolayısıyla ışık, dalga ve parçacık arasında bir geçiş gibiydi.Ancak bu durum, Newton fiziği açısından oldukça büyük bir çelişki sergiliyordu.

Max Planck
Einstein'ın hemen ardından Alman asıllı fizikçi Max Planck, ışık üzerinde çalışmalar yaparak, ışığın hem dalga hem de parçacık halinde bulunduğu değerlendirmesini yaptı ve tüm bilim dünyasını şaşırttı. Kuantum teorisi adı altında ortaya attığı bu teoriye göre enerji, düz ve sürekli değil, kesik, kopuk ve noktasal paketçikler halinde yayılıyordu. (Kuantum kelimesi, Latince'de "nicelik", fizikte ise "parçacık" anlamına gelmektedir.) Bu düşünce Planck sabiti olarak matematiğe kazandırıldı. Kuantum olayında ışık, hem madde hem de dalga özelliği göstermekteydi. Foton denilen maddeye, uzayda bir de dalga eşlik etmekteydi. Yani ışık, uzayda yol alırken dalga gibi, önüne engel çıkınca aktif bir parçacık gibi davranmaktaydı. Bir başka deyişle ışık, önüne bir engel çıkana kadar bir enerji şekline bürünüyor, bir engelle karşılaştığında ise sanki maddesel bir varlığı varmış gibi kum tanelerini andıran parçacıklar şeklini alıyordu. Bu teori, Planck'ın ardından Albert Einstein, Niels Bohr, Louis De Broglie, Erwin Schroedinger, Werner Heisenberg, Paul Adrian Maurica Dirac ve Wolfgang Pauli gibi bilim adamları tarafından geliştirildi. Her birine bu büyük buluştan dolayı Nobel ödülü verildi.
Amit Goswami, ışığın bu yeni keşfedilmiş özelliği ile ilgili şunları söylüyordu:
             Işık, dalga olarak görülebildiği zamanlarda, aynı anda iki veya daha fazla yerde olma yeteneğinde olur. Bir şemsiyenin deliklerinden geçer ve dağılma özelliği gösterir. Ancak ışığı bir fotoğraf filminde yakaladığımızda, parçacık taneleri gibi aralıklı ve nokta nokta bir özellik gösterir. O halde ışık hem parçacık hem de dalga olmalıdır. Çelişkili, değil mi? Söz konusu olan eski fiziğin siperlerinden biri: birden fazla yoruma yer vermeyen kesin bir izah. Söz konusu olan bir diğer şey de nesnellik kavramı: Işığın doğası, yani ışığın ne olduğu, onu nasıl gözlemlediğimize mi bağlı?
             Bilim adamları, artık maddenin cansız, kör ve anlaşılmaz parçacıklar olduğuna inanmıyorlardı. Bir başka deyişle kuantum fiziği, materyalist bir anlam taşımıyordu. Çünkü maddenin özünde, maddesel olmayan bir şeyler vardı. Einstein, Phillip Lenard ve Compton ışığın tanecik yapısını araştırırken, Louis De Broglie de dalgaların yapısını incelemeye başladı. Broglie'nin keşfi ise olağanüstüydü. Yaptığı çalışmalar sonucunda atom altı parçacıkların da dalga özellikleri gösterdiklerini gözlemlemişti. Elektron, proton gibi parçacıklara da dalga boyu eşlik etmekteydi. Yani materyalizmin mutlak madde olarak tanımladığı atomun içinde, materyalistlerin inancının aksine madde değil, aslında var olmayan enerji dalgaları vardı. Atomun içindeki bu küçük parçalar, tıpkı ışık gibi, istedikleri zaman dalga gibi davranıyor, istedikleri zaman da parçacık özelliği gösteriyorlardı. Yani materyalist yoruma göre atomun içinde "mutlak şekilde var olan madde", materyalistlerin beklentilerinin aksine kimi zaman görülebilir oluyor, kimi zaman da yok oluyordu. Bu önemli keşif, gerçek dünya zannettiğimiz görüntülerin birer gölge varlık olduğunu, maddenin, fizikten tamamen uzaklaştığını ve metafiziğe yöneldiğini gösteriyordu.

20. yüzyılın başlarında Max Planck, ışığın hem dalga hem de parçacık özelliği gösterdiği değerlendirmesini yaparak “kuantum teorisini” ortaya attı.
Fizikçi Richard Feynman, atom altı parçacıkları ve ışıkla ilgili bu ilginç gerçeği şu sözlerle açıklıyordu:
"Elektronların ve ışığın nasıl davrandıklarını artık biliyoruz. Nasıl mı davranıyorlar? Parçacık gibi davrandıklarını söylersem yanlış izlenime yol açmış olurum. Dalga gibi davranırlar desem, yine aynı şey. Onlar kendilerine özgü, benzeri olmayan bir şekilde hareket ederler. Teknik olarak buna "kuantum mekaniksel bir davranış biçimi" diyebiliriz. Bu, daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir davranış biçimidir... Bir atom, bir yay ucuna asılmış sallanan bir ağırlık gibi davranmaz. Çekirdeği saran bir bulut veya sis tabakasına da pek benzemez. Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde davranır. En azından bir basitleştirme yapabiliriz: Elektronlar bir anlamda tıpkı fotonlar gibi davranırlar; ikisi de aynı şekilde "acayiptir". Nasıl davrandıklarını algılamak bir hayal gücü gerektirir; çünkü algılayacağınız şey bildiğiniz her şeyden farklıdır... Bunun neden böyle olabildiğini hiç kimse bilemiyor."
                 Tüm bunları özetlersek, kuantum mekanikçilerinin söyledikleri, nesnel dünyanın bir illüzyon olduğuydu.  Max Planck Institude of Physics (Max Planck Fizik Enstitüsü) yöneticisi Prof. Hans-Peter Dürr, bu gerçeği şu şekilde özetliyordu:
Madde her ne ise, maddeden yapılmamıştır.

Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü,durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneş’e, Ay’a ve yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da emir de (yalnızca) O’nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.
(Araf Suresi,54)
            1920'lerde en ünlü fizikçiler, Paul Dirac'tan Niles Bohr'a, Albert Einstein'dan Werner Heisenberg'e kadar herkes, kuantum deneylerinin sonuçlarını açıklamak için uğraştı. Sonunda, 1927'de Brüksel'deki beşinci Solvay Fizik Kongresi'nde bir grup fizikçi –Bohr, Max Born, Paul Dirac, Werner Heisenberg ve Wolfgang Pauli– Kuantum Mekaniğinin Kopenhag Yorumu olarak adlandırılan bir uzlaşmaya vardılar. Bu isim, grubun liderliğindeki Bohr'un çalıştığı yerin adıydı. Bohr, kuantum teorisinin öngördüğü fiziksel gerçekliğin, bir sisteme dair bizim sahip olduğumuz bilgi olduğunu ve bu bilgiye dayanarak ortaya attığımız tahminler olduğunu öne sürdü. Ona göre bizim beynimizdeki bu "tahminler", "dışarıdaki" gerçek ile alakasızdı. Yani "içimizdeki dünya", Aristo'dan bu yana fizikçilerin merak ettiği başlıca konu olan "dışarıdaki gerçek" dünya ile ilgili değildi. Fizikçiler, bu görüş ile ilgili eski düşüncelerini bir kenara atmışlar ve kuantum anlayışının fiziksel sistem üzerinde yalnızca "bizim bilgimizi" temsil ettiği konusunda hemfikir olmuşlardı. Bir başka deyişle bizim algıladığımız maddi dünya, yalnızca bizim beynimizdeki bilgiler ile var oluyordu. Yani dışarıdaki maddenin aslı ile hiçbir zaman muhatap olamıyorduk.
Jeffrey M. Schwartz, Kopenhag yorumuna göre ortaya çıkan sonucu şu şekilde tanımlıyordu:
Fizikçi John Archibald Wheeler'ın söylediğine göre: "Hiçbir olay, gözlemlenmeden, bir olay değildir."
Özetle, kuantum mekaniğinin tüm geleneksel yorumu, bir "algılayanın" varlığına bağlı idi.
Amit Goswami, bu gerçeği şu şekilde tanımlamıştı:
Şunu sorduğumuzu varsayalım: Yukarıya bakmadığımızda da Ay hala yerinde midir? Ay, sonuçta bir kuantum objesi olduğu için (tamamen kuantum objelerinden oluştuğu için), fizikçi David Mermin'in de belirttiği gibi buna hayır demeliyiz.
Belki de en önemli ve çocukluğumuzda özümsediğimiz en sinsi zan, dışarıda var olan objelerin maddesel dünyasının, gözlemleyenlerin oluşturduğu objelerden bağımsız olduğudur. Bu zannın lehinde dolaylı kanıtlar bulunmaktadır. Örneğin biz Ay'a baktığımızda, onun klasik olarak hesaplanmış yörüngesinde olmasını beklediğimiz yerde buluruz. Doğal olarak, biz ona bakmasak bile, zaman-mekan kavramı içinde Ay'ın mutlaka orada olduğunu zihnimizde tasarlarız. Kuantum fiziği ise buna hayır der. Biz Ay'a bakmadığımızda, her ne kadar çok küçük miktarlarda da olsa, Ay'ın olası dalgaları yayılır. Biz ona baktığımızda, dalga hemen söner ve dalga artık zaman mekan kavramı içinde olmaz. İdealist bir metafizik varsayımı belirtmek daha anlaşılır olacaktır: Eğer ona bakan bilinçli bir kişi bulunmuyorsa, zaman mekan kavramı içinde hiçbir obje yoktur.

Kuantum fiziğine göre maddenin varlığı, bir "algılayanın" varlığına bağlıdır. Dolayısıyla, biz Ay'a bakmadığımız zaman Ay olarak gördüğümüz cisimden yayılan dalgalar söner ve dalga artık zaman-mekan kavramı içinde var olmaz. Kuantum fiziğine göre, gözlemci olmadığı sürece, Ay gökyüzünde değildir.
          Bu elbette bizim algı dünyamız için geçerlidir. Elbette dış dünyada Ay'ın varlığı aşikardır. Ama biz baktığımızda ancak Ay'ın kendi algı dünyamızdaki varlığı ile karşılaşırız.

Zihin ve Beyin
Kaliforniya Üniversitesi'nden nörobilimci ve psikiyatri profesörü Jeffrey M. Schwartz ise, kuantum fiziğinin gösterdiği bu gerçekle ilgili olarak The Mind and The Brain (Zihin ve Beyin) kitabında şu satırlara yer vermiştir:
Kuantum fiziğindeki gözlem güçlü bir şekilde ifade edilememektedir. Klasik fizikte (Newton fiziği) gözlemlenen sistemler, onu gözlemleyen ve araştıran bir bilincin varlığından bağımsız olarak bir varlığa sahiptir. Ancak kuantum fiziğinde, yalnızca gözlemleme sonucunda fiziksel bir niceliğin gerçek bir değeri olur.
Jeffrey M. Schwartz, çeşitli fizikçilerin konuyla ilgili yorumlarını ise şu şekilde özetlemiştir:
Jacob Bronowski'nin "The Ascent of Man" kitabında belirttiği gibi: "Fizik bilimlerinin bir amacı, maddesel dünyanın tam bir görüntüsünü vermekti. 20. yüzyılda fizikteki en büyük başarılardan biri ise, bu amacın elde edilemez olduğunu kanıtlamak oldu."
Heisenberg'e göre ise, objektif gerçeklik "buhar olup uçmuştur". 1958 yılında şunları itiraf etmiştir: "Kuantum teorisinde matematiksel olarak formüle ettiğimiz doğanın kanunları, artık doğrudan parçacıklarla ilgili değildir, parçacıklar hakkındaki bilgimizle ilgilidir."
Bohr ise, "Fiziğin görevinin, doğanın nasıl olduğunu bulabilmek olduğunu düşünmek yanlıştır. Fizik, doğa hakkında bizim ne söyleyeceğimizle ilgilidir." demiştir.

İnsanın Yükselişi
Ülkemizde de gösterilen "What the Bleep Do We Know" (Ne Biliyoruz ki?) belgesel filimindeki konuk fizikçilerden Fred Alan Wolf ise bu gerçeği şu şekilde tanımlamıştır:
Nesneleri oluşturanlar, daha fazla nesneler değildir. Nesneleri oluşturanlar fikirler, kavramlar ve bilgidir.
80 yıl süren insan zekasının gerçekleştirebileceği en ilginç ve hassas deneylerden sonra kesin ve bilimsel olarak ispatlanmış olan kuantum fiziğine karşı hiçbir karşıt görüş yoktur. Yapılmış deneylerin getirdiği sonuçlara önerilebilen bir karşıt görüş de yoktur. Kuantum teorisi, yüzlerce farklı yönden mümkün olan her türlü denemeye tabi tutulmuş ve bilim adamlarının geliştirdiği her türlü testi geçmiştir. Sayısız bilim adamına Nobel ödülü kazandırmıştır ve hala kazandırmaktadır. Koşulsuz olarak tek gerçek şeklinde kabul edilmiş Newton fiziğinin getirdiği en temel kavramı, mutlak madde kavramını ortadan kaldırmıştır. Eski fiziğin destekçileri, maddenin tek ve gerçek varlık olduğuna inanan materyalistler, kuantum fiziğinin getirdiği "maddesizlik" gerçeği karşısında gerçek bir bocalama yaşamışlardır. Artık tüm fizik yasalarını metafizik içinde aramak zorundadırlar. Bu büyük şok, 20. yüzyıl başlarında, materyalistlere, şu an bu satırlarda tarif edilemeyecek kadar büyük bir şaşkınlık yaşatmıştır. Kuantum fizikçisi Bryce Dewitt ve Neill Graham bu durumu şu şekilde tarif etmektedirler:
Modern bilimin hiçbir gelişmesi, insan düşüncesi üzerinde kuantum teorisinin ortaya çıkışından daha derin bir etki bırakmamıştır. Yüzyıllar boyunca oluşan düşünce kalıplarından acı çeken bir kuşak öncenin fizikçileri, yeni bir metafiziği kucaklamak zorunda kaldılar. Bu yeni yönlenmenin yol açtığı sıkıntı günümüze kadar devam etti. Temel olarak fizikçiler ciddi bir kayıpla karşılaştılar: Gerçeğe olan bağlılıkları.
Elektronların Dalga Özelliği ve Bilimsel Kanıtı

                Atom altı parçacıklarının söz konusu ilginç özelliğini gösteren en önemli deney, çift yarık deneyidir. Bu deney, ışığın ve elektronun dalga gibi davrandığını, ikisinin de aynı ölçüde garip özellik gösterdiğini görmek için yapılmıştır. Burada konuyu daha iyi anlayabilmek için deneyin, elektron yerine kum tanecikleri ile yapıldığı varsayılmıştır.

Thomas Young'un çift yarık deneyi, ışığın ve elektronun dalga gibi davrandığını göstermek için yapılmıştır. Eğer kum tanecikleri bir kaynaktan fırlatılıp iki yarıktan geçirilirse, karşıdaki ekranda iki eşit desen oluşacaktır. Bunu elektronlarla denediğimizde yine aynı sonucun oluşmasını bekleriz. Ancak sonuç beklendiği gibi olmamaktadır. Elektronlar, karşıdaki ekranda dalgaların oluşturduğu gibi bir desen oluşturmaktadır. Bu durum, maddeyi oluşturan elektronların maddesel özellik göstermediklerinin kanıtıdır.
           Büyük bir parçacık kaynağını, örneğin bir kum üşeyicisini bir duvarın karşısına getirelim. Üzerinde iki tane yarık bulunsun. Duvarın diğer tarafında da bu iki yarık içinden geçen parçaları izleyen bir ekran bulunsun. Parçacıklar, kaynaktan salınır, yarık üzerinde hareket eder ve ekrana çarparlar. Pek çok parçacığın yarıkların içinden geçmesini ve ekrana çarpmasını izledikten sonra, ekran üzerinde iki yığın şeklinde noktacıklar oluştuğunu görürüz. Birinci yığın, ilk yarık üzerinden gelen parçacıklar; diğer yığın da diğer yarık üzerinden gelenler. Olay beklediğimiz gibi gelişmiştir.

Fred Alan Wolf
Şimdi deneyi, farklı şekilde yaptığımızı düşünelim. Söz konusu deney ortamını belirli bir madde ile dolduralım, örneğin su. Kum tanecikleri yerine bir titreşim aleti kullanalım. Bu alet ortamı hareketlendirsin ve sürekli olarak tüm yönlere doğru su dalgaları oluştursun. Dalgalar, parçacıklar gibi belli bir alan içinde sınırlı değildir. Ortamın tamamının içine yayılabilir. Sonuç olarak, aynı anda her iki yarıktan da geçen dalgalar tek bir ortam içinde yayılır, birbirleriyle karşılaşır ve birbirlerinin hareketini engellerler. Bir dalganın tepe noktası diğeri ile karşılaşınca, birbirlerinin etkisini yok eder. Dalga etkisi gider ve geriye su yüzeyinde bir düzlük kalır. Bu engelleme, dalgaların en temel özelliğidir.

               Deney elektronlar üzerinde yapıldığında, kum taneciklerinde olduğu gibi büyük miktarlarda atom yığınının ekrana çarpması yerine, elektronların birbirlerini engelledikleri gözlemlenmiştir. Bir başka deyişle, parçacık olarak kabul edilen elektronlar için beklenen olmamıştır. Dolayısıyla, elektronlar engelleme özelliği gösterdiklerinden dalga özelliği taşımalı, parçacık olmamalıdırlar. Ama elektronlar dalga da olamazlar, çünkü tıpkı parçacıklar gibi, ekrana aralıklı yığınlar halinde çarpmışlardır. Bu durumda gözlemlerimiz, elektronların kaynaktan çıktıklarında ve ekrana ulaştıklarında parçacık oldukları, ama bunun arasındaki her yerde dalga olduklarıdır. Bu gerçekten de çok gariptir.

           Bu deneysel kanıt, materyalizmi ortadan kaldırmıştır. Materyalizme göre her parçacık, mutlaka uzayda belli bir yerde nesnel bir varlığa sahiptir. Yine materyalizme göre, bir elektron bir aralık boyunca tek bir güzergah izlemelidir ve yönü belli olmayan dalga gibi iki aralık arasında hareket etmemelidir. Ama materyalistlerin beklentileri karşılıksız kalmıştır.
Burada bahsettiğimiz dalga, suda oluşan dalga gibi fiziksel bir anlam taşımamaktadır. Buradaki dalga, elektron dalgalarıdır. Bu dalgalar, bizim fiziksel dünyamızdaki üç boyutlu ortamda var olmamaktadırlar.
Söz konusu dalga kavramını ünlü fizikçi Fred Alan Wolf şu şekilde tarif etmektedir:
              Kuantum fizikçileri bir olayın olasılığını belirlediklerinde, bir sayı hesaplarlar. Bu sayı, kuantum dalga fonksiyonları adı verilen iki matematik fonksiyonunun çarpımından ortaya çıkar... Bu dalga fonksiyonları zaman ve mekan içinde hareket eden gerçek birer dalga olarak farz edilirler. Ancak aslında bunlar gerçek dalga değillerdir, tamamen hayalidirler. Bunlar, manyetik alan veya yer çekimi alanı gibi bir alan değillerdir. Bunlar ölçülemezler. Kütleleri veya enerjileri yoktur. Bunlar yalnızca bizim zihnimizde ve hayal gücümüzde var olurlar. Yani, gözlemlediğimiz gerçek maddesel varlıklar gibi varlıkları yoktur...

          
Zaman halkalarını yöneten dinamik kanunları, bize ait bir hikayeyi meydana getirir. Bir başka deyişle, bir zaman halkası meydana getirildiğinde, bilinçli veya bilinçsiz olarak "dışarıda" olarak tecrübe ettiğimiz dünya, hem kendi zihnimizde hem de nesnel olarak paylaştığımıza inandığımız gerçeklikte meydana gelir.

Çift yarık deneyi ile kanıtlanmış olan şey, elektronların bildiğimiz fiziksel ve matematiksel kavramlarla anlaşılmasının imkansız oluşudur. Ancak bizler zaten dış dünyadaki gerçeklikle hiçbir zaman bir bağlantı içinde olamayız. Algılarımızın bize gösterdiklerini aşarak, dış dünyanın aslına ulaşmamız mümkün değildir.
            Fred Alan Wolf'a göre, elektronlarla ilgili kesin ve bilimsel olan gerçek; bildiğimiz fiziksel veya matematiksel kavramlar içinde anlaşılmasının imkansız olduğudur. Ancak bizler zaten dışarıdaki gerçeklikle hiçbir zaman bir bağlantı içinde olamayız. Kendi algılarımızı aşarak dış dünyanın aslına ulaşmamız imkansızdır.

            Çift yarık deneyi, tüm atom altı parçacıkları ile denenebilir. Ama sonuç hep aynı olacaktır. Çünkü kuantum mekaniği, tüm evrene hakimdir. Milyonlarca atom bir araya gelip büyük bir nesneyi veya bir insanı meydana getirdiğinde, söz konusu engelleme etkisinin gözlemlenme ihtimali de azalır. Ama bunun anlamı, kuantum mekaniğinin artık geçersiz olduğu değildir. Sadece bu işlem artık gözlemlenememektedir. Dolayısıyla bu gerçek, maddenin tümü için geçerlidir. Washington Üniversitesi'nden matematikçi Thomas McFarlane'e göre kuantum mekaniğinde, günlük yaşantımızda karşımıza çıkan büyük objeler de aslında nesnel olarak var olan maddeler değildirler. Farlane'e göre, nesnel olarak var olan dünyanın görüntüsü, sadece bir illüzyondur.

             Kuantum mekanikçilerinin bilimsel olarak ispat ettikleri şey, nesnel dünyanın yoğunlaştırılmış bir dalga şeklinde var olduğudur. Kuantum mekanikçilerine göre insanı aldatan en büyük problem ise bizim algılarımızla var olan dünyada, gerçekliği oldukça ikna edici olan detay, keskinlik ve netliğin söz konusu olmasıdır. Oysa dışarıdaki dünya bize hiçbir zaman ulaşmamaktadır. Bizler, dışarıdaki gerçekliği, dışarıda var olan madde dünyasının aslını hiçbir zaman göremeyiz. Bizim zihnimizde oluşan bir dünya vardır ve bizim algılarımızla var olmasına rağmen bu dünya mükemmel bir netlikle oluşmaktadır. Günlük yaşantımız, dışarıda var olan gerçeklik ile oldukça çelişkili bir görünüm sunmaktadır. Bu durumda karşımıza çıkan soru, fiziksel gerçeklerin mi, yoksa bizlere doğru ve net görünenlerin mi doğru kabul edilmesi gerektiğidir. Thomas J. McFarlane, bu soruya bir karşılaştırma yapılarak cevap bulunabileceğini belirtmektedir.


            McFarlane'e göre günümüz bilim adamlarının, bu cevabı bulmak için bundan 300 yıl öncesine gidip, Dünya'nın düz olduğuna inanan insanlarla karşılaştığını düşünebiliriz. Bilim adamları, onların hatasını düzeltmek için onlara kibarca yanlış düşündüklerini, Dünya'nın aslında yuvarlak olduğunu söylerler. Onlar ise muhtemelen, bilim adamlarına neden böylesine çılgınca bir fikre kapıldıklarını soracaklardır. Bilim adamları ise onlara, o dönemin şartları ve bilgisi dahilinde kendi tezlerini kanıtlayacak tek bir delil bile getiremeyeceklerdir. Ancak onlar günümüz insanlarına, tüm deneyimlerine dayanarak ve bununla ilgili deliller getirerek Dünya'nın düz olduğunu kendilerince açıklarlar. Dahası, yeryüzünü ölçmek ve yol haritaları yapmak için gezegen geometrisi kavramını kullanır ve günlük yaşamlarında bununla çelişen hiçbir şey bulmazlar. Aynı şekilde, geniş bir araziye veya denize baktıklarında da hiçbir eğrilik görmediklerini söyler ve Dünya'nın yuvarlaklığını kanıtlayan hiçbir delil bulunmadığını iddia ederler. Bu durumda, "Dünya yuvarlaktır" iddiası bir aldatmaca gibi kalır. Bilim adamları, hiçbir şey kanıtlayamamış olarak, zaman makinelerine biner ve günümüze dönerler.

             McFarlane'e göre, dostlarımızı Dünya'nın yuvarlak olduğuna ikna edemememizin sebebi, elbette, Dünya ile karşılaştırıldığında çok küçük oluşumuzdur. Deneyimimiz coğrafik olarak küçük bir alanda sınırlı kaldığı için Dünya, gerçekte öyle olmadığı halde, düz gibi görünmektedir. Bir başka deyişle, Dünya'nın görünen düzlüğü aslında gerçek bir düzlük değildir, çünkü Dünya düz değildir. Ama bu, Dünya'nın büyüklüğü nedeniyle yanıltıcı bir düzlüktür. Dünya'nın yuvarlak olduğunu kanıtlamak için, günlük deneyimlerimizin ötesine gitmemiz gerekmektedir. Örneğin, bir uçak ile Dünya etrafında uçabilir veya bir uzay mekiği ile uzaya çıkabiliriz. Ama günlük deneyimlerimizle sınırlı kaldığımızda, düzlüğün bir illüzyon olduğuna dair hiçbir kanıtımız yoktur. Aynı şekilde, Dünya'nın düz olduğuna inanmamak için bir nedenimiz de yoktur. McFarlane, verdiği bu örnekten sonra sözlerine şu şekilde devam eder:
Eğer insanlar geçmişte gerçek konusunda bu derece aldanmışlarsa, biz şu anda aldanmadığımızı nasıl bilebiliriz? Gördüğümüz gibi, bizim şimdiki gerçek görüşümüzün günlük deneyimlerimizle uyumlu olması, onları gerçek haline getirmez. Bizim deneyimlerimizin bir sınırı olduğu için, belki de nesnel dünya fikrimiz gerçekten de bir illüzyondur. Tıpkı düz dünya fikrinin bir illüzyon olması gibi.
Maddenin Mutlaklığı İddiası, Materyalizmle Birlikte Yok Olup Gitmiştir

               Kuantum mekaniğinin bizlere göstermiş olduğu sonuç şudur: Madde, materyalistlerin iddia ettikleri gibi mutlak ve sonsuz değildir. Madde ezeli veya ebedi olmadığı gibi çevremizde gördüğümüz varlıklar da sadece birer atom yığını değillerdir. Kuantum fiziğine göre madde, materyalistlerin hiç hesaba katmadığı boyutlar içinde nitelik değiştirmiş ve maddenin temelinin sadece bir enerji şekli olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Materyalizm, kuantum fiziğinin gösterdiği gerçekler ile bilimsel anlamda kesin olarak çökmüştür.

               Paul Davies ve John Gribbin, yeni fiziğin materyalizmi tamamen ortadan kaldırdığı gerçeğini şu şekilde özetlemektedirler:
Materyalizme hayat veren bilim olan fiziğin aynı zamanda materyalizmin ölümü için bir sinyal olduğunu söylemek doğrudur. 20. yüzyıl boyunca yeni fizik, bir seri şaşırtıcı gelişme ile materyalist doktrinin temellerini ortadan kaldırdı. Önce, Newton'un mekan ve zaman konusundaki tahminlerini ortadan kaldıran görecelik kuramı geldi... ve daha sonra kuantum teorisi geldi ve bizim madde görüntümüzü tamamen değiştirdi.

               Fizikçi Fred Alan Wolf ise, materyalizmi artık bilim adamlarının da terk etmiş olduklarını şu şekilde haber vermektedir:
Çoğu bilim adamı da dahil olmak üzere pek çoğumuz, yeni nesnel materyalizmi kabul etmiyoruz. Kalbimizin derinliklerinde, bizden önceki simyacıların yaptıkları gibi, tüm evrenden sorumlu olan şeyin, materyalizmden çok daha zengin bir şey olduğuna inanıyoruz.
              Materyalizmin çöküşünün getirdiği sonuç nedir? İnsanların büyük bir kısmını aldatan, onları Allah'ın varlığına inanmaktan alıkoyan en büyük sebeplerden biri maddenin tek mutlak varlık olduğuna olan kesin kanaatleridir. Dış dünyayı, algıladıklarının bir bütünü olarak kabul etmek yerine, gördükleri her şeyin mutlak gerçeği ile muhataplarmış gibi davranırlar. Materyalizmin sunduğu maddenin varoluşundaki amaçsızlığı, kendilerine de uygular ve dünyaya geliş ve dünyada bulunuş amaçlarının olmadığını zannederler. Allah'ın varlığının delillerini göremez ve inanabilmek için Allah'ın da (Allah'ı tenzih ederiz) maddesel bir varlık olarak kendilerine gözükmesini beklerler. Varlıkların yaratılmadıklarına inanır ve dolayısıyla bir Yaratıcı'nın varlığını asla kabul etmek istemezler.

Stephen M. Barr
İşte materyalizm bahanesine sığınılarak yapılmak istenen, aslında Allah'ın mutlak varlığını ve Allah'ın yaratmasını reddetmeye çalışmaktır. Materyalizmin çöküşü, bu bahaneyi kesin olarak ortadan kaldırmış, Allah'ın mutlak varlığı gerçeğini tüm delilleriyle göstermiştir.
Delaware Üniversitesi Bartol Araştırma Enstitüsü parçacık fizikçisi Stephen M. Barr, bu gerçeği şu sözlerle ifade etmektedir:
Bilim bizi böyle bir serüvenin içine sürükledi. Silahlarla değil; teleskoplarla ve parçacık hızlandırıcılarıyla donanmış ve derin matematiğin işaretleri ve sembolleriyle konuşan bilim, bize, çok farklı kıyıları ve bize oldukça yabancı olan fantastik yerleri getirdi. Biz evreni incelemeye devam ettikçe, yolculuğun sonuna geldiğimizde artık birer birer bize tanıdık gelen sınır taşlarını ve en eski evimizin planını kavramaya başladık. Gerçeği bulmaya çalıştığımız bu yolculuk en sonunda bizi Allah'a yöneltmektedir.
                 Maddenin aslı ile muhatap olduğunu düşünmek yalnızca bir zandır. Algılarımızla kavrayabildiğimiz bu dünyada, buna dair hiçbir kanıt yoktur. Bizler, yalnızca kendi algılarımızda var olan dünyayı görebilir, duyabiliriz. Dışarıdaki maddesel dünyanın aslına ulaşabilmemiz imkansızdır. Evren ezeli ve ebedi değildir, bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Evrenin hiçbir noktasında, materyalistlerin iddia ettiği şekilde bir "amaçsızlık" hakim değildir. Tüm evren ve bunun içindeki her varlık, bir amaç uğruna var edilmiştir. Bunların tümünün gösterdiği tek bir sonuç vardır: Evrenin her noktasında yaratılmışlık hakimdir. Yaratılan eserler ise, çok daha üstün bir gücün, bir Yaratıcı'nın varlığını gösterir. O Yaratıcı, tüm alemleri sarıp kuşatmış olan Yüce Allah'tır.
              Materyalistlerin bu gerçeğe karşı mücadeleleri artık bir anlam taşımamaktadır. Çünkü modern fizik, onların tümüyle                  aleyhlerine sonuç vermiştir.

İnsanların büyük bir kısmını aldatan en büyük sebeplerden biri, maddenin tek mutlak varlık olduğuna kesin kanaatleridir. Bu bakış açısıyla, materyalizmin sunduğu maddenin var oluşundaki amaçsızlığı kendilerine de uygular ve dünyaya geliş amaçlarının olmadığını zannederler. Allah'ın varlığının delillerini göremez ve materyalizm büyüsü içinde saplanıp kalırlar.
Oysa asıl gerçek şudur: Tüm evren ve bunun içindeki her varlık, bir amaç uğruna yaratılmıştır. Yüce Rabbimiz olan Allah, var olan her şeyi yoktan yaratan, tüm alemleri sarıp kuşatandır.
Allah ayetlerinde şöyle bildirir:
Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık.
Eğer bir 'oyun ve oyalanma' edinmek isteseydik, bunu, Kendi Katımız'dan edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık.
Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size.
Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur. O'nun yanında olanlar, O'na ibadet etmekte büyüklüğe kapılmazlar ve yorgunluk duymazlar. (Enbiya Suresi, 16-19)
KUANTUM FİZİĞİNİN ARDINDAN DIŞ DÜNYA

Bir Enerji Şekli: Işık

               Max Planck'ın buluşuna göre ışık, hem dalga hem de parçacık özelliği göstermektedir. Planck'tan sonra sayısız deney ve gözlem, bu gerçeği kesin olarak ortaya çıkarmıştır. Bu durumda ışık için şu söylenebilir: Işık, dalga şeklinde hareket eden bir enerjidir. Bu tanımın daha iyi anlaşılması için bir başka dalga çeşidini, suda meydana gelen dalgaları örnek verebiliriz. Su dalgaları sudan meydana gelmezler. Dalga, suda hareket eden enerjiden meydana gelmektedir. Eğer bir havuzun bir ucundan diğer ucuna dalga hareket ederse, bu havuzun sağ tarafındaki suyun, havuzun sol tarafına geçmesi anlamına gelmez. Su olduğu yerde kalmıştır. Hareket eden şey dalgadır, yani enerjidir. Banyo küveti su ile doluyken elinizi suyun içinde hareket ettirdiğinizde dalga meydana getirirsiniz, çünkü suya enerji verirsiniz. Enerji, suda dalga şeklinde hareket eder.

Şüphesiz bu, gerçek bir olayın haberidir. Allah'tan başka İlah yoktur. Ve şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
(Al-i İmran Suresi, 62)

            Tüm dalgalar hareket eden enerjidir ve genellikle bir araç kullanarak, örneğin suyu kullanarak hareket ederler.
                Işık dalgaları, su dalgalarına göre biraz daha karmaşıktırlar ve hareket etmek için bir aracıya ihtiyaç duymazlar. Boşluk içinde de hareket ederler. Işık sadece başlangıç aşamasında maddeye bağımlıdır. Işık, bir kere oluşturulduğunda, herhangi bir maddesel eleman olmadan, bağımsız şekilde hareket edebilir. Işık enerjisi, hiçbir maddenin olmadığı yerde bulunabilir.Hem ışık hem de ısı, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Nasıl bir göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur.

              Ancak elektromanyetik ışınımın dalga boyları arasında çok büyük farklar vardır. Bazı dalga boyları kilometrelerce genişlikte olabilir. Başka dalga boyları ise, bir santimetrenin trilyonda birinden daha ufaktır. Bilim adamları, bu farklı dalga boylarını sınışara ayırırlar. Örneğin santimetrenin trilyonda biri kadar küçük dalga boylarına sahip olan ışınlar, gama ışınları olarak bilinir. Bunlar çok yüksek enerji taşırlar. Dalga boyları kilometrelerce genişlikte olan ışınlara ise "radyo dalgaları" adı verilir ve bunlar çok zayıf bir enerjiye sahiptir. Bu nedenle gama ışınları bizim için öldürücü iken, radyo dalgalarının bize hiçbir etkisi olmaz.

Işık, dalga şeklinde hareket eden bir enerjidir. Işık dalgaları, su dalgalarına benzerler. Ancak buradaki enerji, sudaki enerjinin aksine, hareket etmek için bir aracıya ihtiyaç duymaz. Boşluk içinde hareket eder. Işık enerjisi, hiçbir maddenin olmadığı yerde bulunabilir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dalga boylarının olağanüstü derecede geniş bir yelpazede dağılmış olmalarıdır. En kısa dalga boyu, en uzun dalga boyundan tam 1025 kat daha küçüktür. 1025, 1 rakamının yanına 25 tane sıfır eklenmesiyle oluşan bir sayıdır. 10, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000 şeklinde yazabileceğimiz bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için bazı karşılaştırmalar yapmak yerinde olur. Örneğin Dünya'nın dört milyar yıllık ömrü boyunca geçen saniyelerin toplam sayısı, sadece 1017'dir. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya'nın yaşından 100 milyon kez daha uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekir! Eğer 1025 tane iskambil kağıdını üst üste dizmeye kalksak, Samanyolu galaksisinin çok dışına çıkmamız ve gözlemlenebilir evrenin yaklaşık yarısı kadar bir mesafe gitmemiz gerekir.

Radyo frekansı ve ölçüm cihazı

               Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Ama ne ilginçtir ki, bizim Güneşimiz, bu geniş yelpazenin çok dar bir aralığına sıkıştırılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boylarının % 70'i, 0.3 mikronla (bir mikron milimetrenin binde biridir) 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızıl ötesi ışınlar ve biraz da yakın mor ötesi ışınlar.

               Bu üç tür ışık sayıca çok gibi durabilir. Ama gerçekte üçünün toplamı, elektromanyetik yelpazenin içinde tek bir birim yer kaplamaktadır! Bir başka deyişle, Güneş'in ışığının tümü, üst üste dizdiğimiz 1025 tane iskambil kağıdının tek bir tanesine karşılık gelmektedir. Güneş'in ışınlarının bu daracık aralığa yerleştirilmiş olmasının önemli nedeni ise, Dünya üzerindeki yaşamı destekleyecek olan ışınların yalnızca bu ışınlar oluşudur.

Hopkins Dağındaki altı aynalı dev gama ışını teleskobu.
İnsan gözünü, görüntü verebilmek için uyaran ışık ise, geniş frekans sıraları arasında oldukça dar bir şeridi, genişlik olarak bir *oktavdan daha az bir alanı temsil eder. Öyle ki, retinayı uyaran ışıkların dalga boyları santimetrenin milyonda 75'i ile 39'u arasında değişir. Nöropsikoloji profesörü Richard L. Gregory'e göre, "bu şekilde bakıldığında neredeyse kör sayılırız."

                Bu gerçeği dikkate aldığımızda, dışarıda olarak algıladığımız ışığın sadece küçük bir kısmını görmekte olduğumuzu anlarız. Bir başka deyişle, retinamızın elde ettiği ışık ile oldukça küçük bir frekansın meydana getirdiği görüntülere sahip olabiliriz. Bunun dışındaki frekanslara ait dünya, bizim için bilinmezdir.

Güneş'ten bize ulaşan görülebilir ışık, kızıl ötesi ışınlar ve yakın mor ötesi ışınlar, elektromanyetik yelpazenin içinde tek bir birim yer kaplamaktadır. Yani Güneş'ten bize ulaşan ışık, üst üste dizilen 1025 tane iskambil kağıdının tek bir tanesine denk gelmektedir. Dünya'daki yaşamı destekleyen yegane ışınlar, yalnızca bu ışınlardır.
Peki acaba oldukça dar aralıktaki frekanslarını görebildiğimizi sandığımız ışık gerçekten de dış dünyada bizim tanıdığımız şekilde midir?
Işığın özelliği, maddeler üzerinde gerçekleştirdiği etkidir. Genellikle, madde bir durağanlığa sahiptir. Bizim her türlü itme ve çekme baskılarımıza direnç gösterir. Ve biz herhangi bir şeyi ittiğimizde veya kendimize çektiğimizde, kendi üzerimizde itme ve çekme etkilerini hissederiz. Newton buna "etki tepki prensibi" adını vermiştir. Işık da, madde üzerinde etki ve tepkide bulunur ama ışık parçacıklarının durağan bir yapısı yoktur. Işığın, objeler üzerinde etki ve tepkide bulunduğunu görebiliriz (lazer ışığının metalleri kesmesi ve zarar görmüş retinayı tamir etmesi örneklerinde olduğu gibi), ama hiçbir maddenin ışığa etki ve tepkide bulunduğunu göremeyiz. Fizikçiler, ışık üzerinde etki ve tepkinin olmamasını, durağan kütlenin yokluğu olarak adlandırırlar. Durağan kütle, bir yerde olduğu gibi duran, yani sabit bir varlığı olan kütledir. Işık için ise durağanlık söz konusu değildir. O her zaman hareket halindedir. Dolayısıyla ışık, kütlesi olmayan ve bu sebeple "madde" özelliği göstermeyen bir enerji şeklidir. Fred Alan Wolf, bu durumu şu şekilde açıklamıştır:
Biz ışığı gördüğümüzde, aslında hiçbir şekilde ışığı görmeyiz. Bizim gördüğümüz, ışığın madde üzerindeki etki ve tepkisinin bizim duyu organlarımız üzerinde gösterdiği etkinin sonuçlarıdır. Biz maddeyi hareket ederken görürüz. Işık, gerçekten de bu dünyanın dışında bir şeydir...

Işık da, tıpkı sesler gibi oktavlardan oluşur. Işık oktavı, ışık ışınlarının frekansları ile belirlenir. Örneğin, 48. oktav kızıl ötesi ışınlar, 49. oktav görünür ışık ve 50. oktav ise ultraviyole ışıktır. İnfroson ve ultrason titreşimlerinden, radyo dalgalarına ve mikrodalgalara; kızıl ötesi, görünür ışık, ultraviyole ışık, gama ışınları, solar ışınlara kadar her ışık dalgası, elektromanyetik ölçümde farklı oktavları temsil ederler.
Dışarıdaki Işık Aslında Nerede?

             Işık, bize dış dünyayı görünür kılan, dışarıdaki görüntünün oluşmasına vesile olan şey midir? Dışarı çıktığınızda etrafınızdaki tüm maddesel varlıkların var olmasına ama kapkaranlık bir odada maddenin bizim için tamamen yok olmasına sebep olan şey ışık mıdır? Eğer ışık olmasa, etrafımızdaki dünya bizim için tamamen yok mu olacak?

Röntgen ışınlarından yararlanılarak röntgen makineleri üretilmiştir. Bunlar, radyo dalgalarının oluşturduğu etkiyi, görülebilen ışığa çevirirler.


         Bizim algıladığımız dış dünyanın sadece görünür ışığın varlığıyla varlık bulduğu iddiası, yalnızca bizim zannımızdır. Aslında dış dünyada ışık yoktur, zifiri bir karanlık hakimdir. Ne lambalar, ne araba farları, ne de Güneş gerçekte bizim bildiğimiz anlamda bir ışık saçmaz. Işık, insanların beyinlerinde sadece bir algı olarak oluşur ve yaşadıkları dünyayı aydınlatır.

           Bunun teknik açıklaması şudur: Güneş ve diğer ışık kaynakları, farklı dalga boylarında elektromanyetik parçacıklar (fotonlar) saçarlar. Bu parçacıklar, yapılarının öngördüğü şekilde evrene yayılır. Örneğin birçok radyoaktif parçacık vücudumuzun içinden geçip gider. Onları ancak kurşun levhalar durdurabilir. Bu parçacıkların bazıları o denli ağır ve o kadar büyük miktarda enerji yüklüdürler ki, çoğu zaman çarptıkları molekülü parçalayarak yollarına pek sapmadan devam ederler. Bu, radyasyonun kansere yol açmasının altında yatan nedendir. Daha güçsüz bir tür radyasyon olan röntgen ışınlarından yararlanılarak röntgen makineleri üretilmiştir. Bu makinelerin yaptığı iş, radyo dalgalarının oluşturduğu etkiyi "görülebilen ışığa" çevirmek, yani gözlerimiz tarafından algılanabilir hale getirmektir. Yani ışık, göz tarafından algılandığı ve beyin tarafından yorumlandığı sürece var olur. Dışarıda ise bildiğimiz manada bir ışığın varlığı, bir aydınlık söz konusu değildir.

Radyo dalgaları normal şartlarda duyularımızın hiçbiri tarafından algılanmazlar.
Radyolar, bunları kulaklarımız tarafından duyulabilir ses dalgalarına çevirirler.

              Radyo dalgaları, parçacık içermedikleri için çarpışma anında insana zarar vermezler. Bu dalgalar hiçbir duyumuz tarafından algılanamaz, ancak evlerimizdeki radyolar bunları kulaklarımız tarafından duyulabilir ses dalgalarına çevirir. Radyoda bir yayın yokken duyulan hışırtı, aslında Güneş ve tüm yıldızlar tarafından evrenin başlangıcından bu yana yayılan kozmik fon radyasyonunun "sesidir". Burada "ses" kelimesi ile kastedilen, bu dalgaların radyolarımız tarafından işlenerek kulaklarımız tarafından duyulabilir hale getirilmesi ve bunun ardından beynimizde oluşturdukları algıdır. Yani, gerçekte bizim için var olmayan, fiziksel anlamda da maddesel varlığı olmayan dalgalar, radyo tarafından kulağın duyduğu ve beynin yorumladığı bir şekle dönüştürülür.

             Aynı durum televizyon için de geçerlidir. Bizim için gerçekte görünür olmayan çeşitli ışık dalgaları, televizyon tarafından yorumlanarak, bizim algılayabileceğimiz şekle dönüştürülür.

Frekansları nedeniyle daha fazla enerji yüklü olan mor ötesi ışınlar, cilde nüfuz edebilir ve bazen genetik şifrede bozulmalara sebep olabilir.

          "Işık" dediğimiz algıya kaynaklık eden fotonlar ise çok daha hafif parçacıklardır ve çoğunlukla ilk çarptıkları atomdan sekerler. Üstelik bunu yaparken çarptıkları yere pek bir zarar da vermezler. Frekansları, yani titreşim hızları nedeniyle daha fazla enerji yüklü olan mor ötesi (ultraviyole) ışınları, cildimize nüfuz edebilir ve bazen genetik şifremizde bozulmalara neden olabilir. Belli saatlerde güneş ışığına çok fazla maruz kalmanın kansere neden olabilmesi bundandır.

         Frekansları gereği kızıl ötesi (enfraruj) olarak adlandırılan fotonlar ise çarptıkları yüzeyde enerjilerinin bir kısmını bırakırlar ve buradaki atomların titreşim hızını, yani ısısını artırırlar. Bu yönleriyle kızıl ötesi ışınlar, ısı ışınları olarak da adlandırılır. Akkor haline gelmiş bir kömür sobası veya bir elektrik sobası bol miktarda kızıl ötesi ışın yayar. Bu ışınlar cildimiz tarafından sıcaklık hissi olarak algılanır. Gerçekte dışarıda "sıcaklık" diye bir şey de yoktur. Sıcaklık dediğimiz şey, ışık dalgalarının meydana getirdikleri enerjiden ibarettir. Sıcaklığı algılayanın, hissedenin varlığı olmaksızın, "sıcak" diye bir şeyin varlığını iddia etmek imkansızdır.

Gerçekte dışarıda ısı ve ışık yoktur. Çeşitli frekanslarda dolaşıp duran parçacıkları görülür ve hissedilir hale getiren ise beynimizdeki algı merkezidir.

Dışarıda var olduğunu zannettiğimiz canlı ve ışıklı dünya, bizde algı olarak meydana gelen bir hayaldir aslında. Güneşli bir günde seyrettiğimiz deniz manzarası, yalnızca beynimize iletilen elektrik sinyallerinin oluşturduğu bir görüntüdür. Bu görüntünün dışarıdaki aslına hiçbir zaman ulaşamayız.
            Fotonların bir kısmı da vardır ki frekansları mor ötesi ve kızıl ötesi ışınların arasında kalmıştır. Bunlar gözümüzün arkasındaki retina tabakasına düştüğünde buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline çevrilirler. Biz de gerçekte fiziksel birer parçacık olan fotonları "ışık" olarak algılarız. Eğer gözümüzdeki hücreler fotonları "ısı parçacıkları" olarak algılasalardı, o zaman bizim için ışık, renk ve karanlık olarak adlandırdığımız kavramlar hiçbir zaman olmayacak, cisimlere baktığımızda onların sadece "sıcak" veya "soğuk" olduklarını hissedecektik. Bir başka deyişle dışarıdaki dünyanın varlık şekli, bizim duyularımızın onu algılama şekline bağlıdır. Dışarıda ısı ve ışık yoktur. Çevremiz, çeşitli frekanslarda ve dalga şeklinde dolaşıp duran parçacıklarla çevrilmiştir. Bunları bizim için "görülür ve hissedilir hale getiren şey", yalnızca beynimizdeki algı merkezleridir.
             Gözümüzün retina tabakasına düşen fotonlar, buradaki algı hücreleri tarafından elektrik akımına dönüştürülürler. Bu elektrik akımı sinirler tarafından beyindeki görme merkezine taşınır. Beyindeki görme merkezi bu elektrik akımlarını yorumlayarak bir görüntü oluşturur. Fizik kitaplarında ışığın bu özelliği şöyle ifade edilmektedir:

              Işık kelimesi fiziksel veya objektif bir manada, elektromanyetik dalgalarla veya fotonlarla ilgili olarak kullanıldı. Aynı kelime psikolojik bir manada elektromanyetik dalgalar ve fotonlar, göz retinasına çarptığı vakit insanda uyanan hisle ilgili olarak da kullanılmaktadır. Işık kelimesinin hem objektif hem de subjektif kavramlarını birlikte ifade edelim: Işık, bir insan gözünde, retinanın uyarılmasından doğan görme etkileriyle varlığını gösteren bir enerji şeklidir.

               Dışarıda var olduğunu zannettiğimiz canlı ve ışıklı dünya, dışarıda maddesel bir varlığı olan ama bu varlığın aslını bizim hiçbir şekilde göremediğimiz, bizde algı olarak meydana gelen bir hayaldir aslında. Güneşli bir günde seyrettiğimiz deniz manzarası gerçekte tümüyle bir karanlıktan ibarettir. Orada hiçbir ışıltı, denizin parlaklığı, havanın netliği ve güneşin göz alıcı ışıkları yoktur. Bize ait bu canlı ve ışıklı görüntüyü algılamamızı sağlayan şey, yalnızca beynimize iletilen elektrik sinyalleridir. Işık; beynimizde meydana gelen bir algı olmasının dışında, dışarıda da yalnızca bir enerji şekli olarak vardır. Dolayısıyla, maddenin varlık sebebi olarak düşünülen ışık, bizim için yalnızca bir hayalden ibarettir.

               Bu gerçeğe baktığımızda ilginç bir sonuca varırız: Aslında gözümüzün "görme" gibi bir özelliği yoktur. Göz, sadece fotonları elektrik sinyaline çeviren bir ara birimdir. İdrak etme kabiliyetine sahip değildir. Çevremizi sardığını düşündüğümüz pırıl pırıl dünyayı seyreden göz değildir. Işık veya renk hissi gözde oluşmaz. Bu konu, görme ile ilgili önümüzdeki bölümlerde detaylı anlatılacaktır.


Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir nur kılan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona duraklar tespit eden O’dur. Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklamaktadır.
(Yunus Suresi,5)
Renkler Yalnızca Beynimizde mi?


             Işık sadece beynimizde oluşan bir algıdan ibarettir. Dolayısıyla, kaynağı ışık olan ve tüm yaşamımızı çevrelemiş olan renkler de, beynin yorumundan başka bir şey değildir.

            Her bir frekanstaki fotonlara renk adı verilir. Fotonun titreşim boyutuna göre renkleri birbirinden ayırt ederiz. Yani, kırmızı bizim için farklı titreşim boyutunun, sarı ise başka bir titreşim boyutunun meydana getirdiği renklerdir. Kağıt beyazdır, çünkü her frekansı yansıtır ve bunların bileşimi beyazı meydana getirir. Yaprak yeşildir, çünkü yalnızca yeşil renk hissi veren frekanslardaki fotonları yansıtır, geri kalanları emer. Cam saydamdır, çünkü fotonlar hemen hemen hiçbir engelle karşılaşmadan camın içinden geçerek bize ulaşabilirler. Siyah bir kumaş, tüm fotonları soğurduğu için geriye hiçbir şey yansımaz. Yani buradan gözümüze fotonlar ulaşmaz, biz de onu karanlık yani siyah olarak algılarız. Ayna görüntüyü kopyalar, çünkü yansıtma yüzeyi pürüzsüzdür ve gelen ışınlar çarpıp sektikleri anda birbirlerine olan paralellikleri hemen hemen hiç bozulmaz.

Renk ilk olarak gözün retina tabakasında algılanır. Retinadaki üç ana koni hücre buradaki farklı dalga boylarına tepki verir. Koni hücrelerinin farklı oranlarda uyarılmaları sonucunda milyonlarca farklı renk tonu ortaya çıkar. Koni hücrelerinde elektrik sinyallerine dönüştürülen bu renkler, optik sinire iletilir. Bunun sonucunda karşımızdaki rengarenk dünya oluşur. Ancak aslında, beynin bu bölümünde hiç renk yoktur. Renkli dünya bizim yalnızca algıladığımız şeydir.

              Rengin algılanması gözün retina tabakasındaki koni hücrelerinde başlar. Retinada, ışığın belli dalga boyuna tepki veren üç ana koni hücre grubu vardır. Bu hücre gruplarının birincisi kırmızı, ikincisi mavi, üçüncüsü ise yeşil ışığa hassastır. Bu üç farklı koni hücresinin farklı oranlarda uyarılmaları sonucunda milyonlarca farklı renk tonu ortaya çıkar. Ancak, ışığın koni hücrelerine ulaşması renklerin oluşması için yeterli değildir. John Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden araştırmacı Jeremy Nathans, gözdeki hücrelerin renkleri oluşturmadığını şöyle belirtir:
Bir koni hücresinin tek yapabildiği, ışığı yakalayıp onun yoğunluğu hakkında bilgi vermektir. Renk hakkında size hiçbir şey söylemez.
                 Koni hücreleri algıladıkları bu renk bilgilerini, sahip oldukları pigmentler sayesinde elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bu hücrelere bağlı olan sinir hücreleri de elektrik sinyallerini beyindeki özel bir bölgeye iletirler. İşte hayatımız boyunca gördüğümüz rengarenk dünyamızın oluştuğu yer beyindeki bu özel bölgedir.
Peki beynin bu bölümünde hiç renk var mıdır?
Beynin bu özel bölgesi, tıpkı beynin diğer bölgeleri gibi kapkaranlıktır. Orada hiçbir ışık, hiçbir renk yoktur. Beynin bu bölgesinde kırmızı, yeşil, sarı renk yoktur. Beyaz yoktur. Rengarenk çiçekli bahçeler, gözümüzü kamaştıran güneş ışığının hiçbir yansıması yoktur. Masmavi gökyüzü, yemyeşil ağaçlar yoktur. Kafatasının içi zifiri karanlıktır. Gözlerimizden içeriye doğru ışığın girdiğini zannederiz. Oysa, ne gözlerimizin dışında, ne de gözlerimizin arkasında ışıktan eser yoktur.
Renklerin oluşumu, nesnelerin ışığı yansıtma özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Dış dünyada ışık olmadığına göre, renklerin varlığı da söz konusu değildir. O halde "dışarıda" olarak kabul ettiğimiz renkli dünya nerededir? Bu renkli dünya, ne dışarıdan bize doğrudan ulaşabilir, ne de beynimizin içinde oluşur. Renkli dünya, bizim algıladığımız şeydir. Biz öyle yorumladığımız için bu şekildedir.

 Cambridge Üniversitesi matematik ve teorik fizik bölümünden Peter Russell bu durumu şu şekilde tarif eder:
"Dışarıdaki" dünyanın, bizim tecrübe ettiğimizden oldukça farklı olduğu gerçeği pek çok kişiyi şaşırtmaktadır. Yeşil renkle ilgili deneyimlerimizi değerlendirin. Fiziksel dünyada belirli bir frekansta ışık vardır ama ışığın kendisi yeşil değildir. Gözden beyne iletilen elektrik impulsları da yeşil değildir. Orada hiçbir renk yoktur. Gördüğümüz yeşil renk, bu ışık frekansına cevap veren zihinde görülen bir niteliktir. Zihnin yalnızca nesnel deneyimi olarak var olur. (vurgu orijinaline aittir.)

Bizim "dışarısı" olarak algıladığımız mekanda aslında hiç renk yoktur. Bizim ışık ve renk olarak yorumladığımız foton hareketleri, zifiri karanlık bir ortamda gerçekleşen fiziksel olaylardan başka bir şey değildir.
           Renkler, tıpkı ışık gibi, beynin yorumu ile ortaya çıkar. Görüntümüzde var olan aydınlık ve renkli dünya, yalnızca bizim bu şekilde algıladığımız radyasyon türlerinin oluşturduğu bir dünyadır.* (*: Tüm ışık dalgaları elektromanyetik radyasyondan oluşur. Bazılarının zararlı, bazılarının zararsız olmasının nedeni ise sahip oldukları dalga boylarıdır.) Yorum tamamen bize aittir. Bristol Üniversitesi fahri nöropsikoloji profesörü Richard L. Gregory, Eye and Brain (Göz ve Beyin) isimli kitabında bu gerçeği şöyle özetlemiştir:
             Işık, kelimenin tam anlamıyla renkli değildir. Işık, parlaklık ve renk algılarını verir. Ama bunu, ancak uygun bir göz ve sinir sistemi ile başarabilir.
           Gözde oluşacak bir hasar veya yapısal bir farklılık, gelen fotonları farklı elektrik sinyallerine dönüştürecek ve beyindeki görme merkezi aynı özellikte dahi olsa, göz tarafından işlenen sinyaller, aynı cismin çok farklı şekillerde algılanmasına neden olacaktır. Renk körleriyle normal görenlerin belli renkleri çok farklı algılamaları ve yorumlamaları bundandır.
Bütün bu açıklamaların ortaya çıkardığı gerçek ise şudur: "Dışarısı" olarak algıladığımız mekan, karanlıktır. Aslında karanlık kavramı da aldatıcı olabilir. Orada hiçbir renk yoktur. Cıvıl cıvıl renklerle bize sunulmuş olan üç boyutlu, aydınlık dünya tümüyle yanıltıcıdır. Bizim ışık veya renk olarak yorumladığımız foton hareketleri, zifiri karanlık bir ortamda gerçekleşen fiziksel olaylardan başka bir şey değildir. Göz de dahil olmak üzere tüm vücudumuz ve üç boyutlu, rengarenk bir mekan olarak gördüğümüz tüm maddi alem, bu boşluğun içinde yer alır. Bunu bizim gördüğümüz şekilde yorumlayan, yalnızca beyindir. Ama işin ilginç yanı, tüm bunları algılayan gözün ve tüm bunları yorumlayan beynin de zifiri karanlık oluşudur. Işık ve renk, onu yorumlayan beynin içinde de değildir.

Renk, kişinin algılama biçimi ile ilgili olduğuna göre, bizim algıladığımız dünyanın, başkaları için de aynı olup olmadığını bilmemize imkan yoktur. Birisi için kırmızı olan bir nesne, belki de bir başkası için farklı renktedir. Onun kırmızı algısı ile kendimizinkini kıyaslamamız olanaksızdır.
         
              Bilinç ve beyin konusunda sayısız çalışması bulunan Tufts Üniversitesi felsefe profesörü Daniel C. Dennett, bu gerçeği şu şekilde özetlemektedir:
Ortak kanıya göre bilim, renkleri fiziksel dünyadan kaldırmış ve yerine sadece renksiz, farklı dalga boylarındaki elektromanyetik ışınları bırakmıştır.
Dennett, bir başka kitabında, renklerin meydana gelişi hakkında ise şunları söylemektedir:
Dünyada renk yoktur; renk sadece bakanın gözünde ve beyninde oluşur. Nesneler ışığın farklı dalga boylarını yansıtırlar, ancak bu ışık dalgalarının rengi yoktur.
             Renk, kişinin dışarıdaki ışığı algılama biçimi ile ilgili olduğuna göre, bizim algıladığımız dünyanın, başkaları için de aynı olup olmadığını bilmemize imkan yoktur. Bir başkasının kırmızı olarak gördüğü rengin bizim için de aynı kırmızı olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. "Rengarenk" kavramı, belki bizim için milyonlarca farklı rengin bir arada oluşu ile ifade ettiğimiz bir kavramdır. Ama bir başkası, çok daha sınırlı sayıda renk netliği ve çeşitliliği görüyor ve bunu yine "rengarenk" olarak yorumluyor olabilir. Bizim algımız ile, bizimle birlikte aynı nesneye bakan karşımızdaki kişinin algısını karşılaştırma imkanımız yoktur. Biz, aynı şeye baktığımızı zannederiz. Ama belki de bizim ve karşımızdaki kişinin algıladığı şey, birbirinden son derece farklıdır. Dış dünyayı algılayış şeklimiz, beş duyumuzla sınırlı olduğuna göre, mavinin karşımızdaki kişi için de aynı mavi, kahvenin tadının karşımızdaki kişi için de aynı tat olduğunu hiçbir zaman bilemez ve bunu tarif edemeyiz.


             Renk körlüğü, renklerin yalnızca beynimizde oluştuğunun önemli delillerindendir. Bilindiği gibi gözdeki retinada oluşan küçük bir farklılık renk körlüğüne sebep olur. Bu durumdaki birçok insan, yeşil ile kırmızıyı birbirinden ayırt edemez. Bizim için yeşil olan bir şey, onların dünyasında tamamen farklı renktedir. Bunun tek sebebi, renk kavramını farklı algılıyor oluşumuzdur. Bizim "yeşil" olduğundan emin olduğumuz bir şeyi, karşı tarafın "gri" olarak görüyor olması, onun yanıldığını göstermez. Hangisinin doğru algı olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Çünkü her ikisi de algıdır ve bunun gerçekliğini test etme ve karşılaştırabilme imkanımız yoktur. Yeşil algısı da, gri algısı da kişilerin kendi deneyimleridir ve bu kişisel deneyimlerin gerçekliği o kişinin yorumuna kalmıştır.

            Burada varmamız gereken sonuç şudur: Varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, "dış dünyadaki asıllarına" değil beynimizdeki görüntülerine aittir. Bizler hiçbir zaman algılarımızı aşıp, dışarıya ulaşamayacağımız için maddelerin ya da renklerin gerçek varlığını da göremeyiz. Ünlü düşünür Berkeley de bu gerçeğe şu sözleriyle dikkat çekmektedir:
Kısaca, aynı şeyler, aynı zamanda bazıları için kırmızı, bazıları için sıcak başkaları için tam tersi olabiliyorsa, bu demektir ki biz yanılsamaların etkisindeyiz ve 'şeyler' ancak bizim zihnimizde vardır...
               Avustralya'nın Adelaide Üniversitesi'nde görev yapan Oxford Üniversitesi'nden Gerard O'Brien, bir radyo konuşmasında bu konuyla ilgili şunları söylemektedir:
Dış dünyaya baktığımızda nesneleri renkli olarak görüyoruz ve bu renklerin de gerçekte tüm gördüğümüz nesnelere ait olduğunu düşünüyoruz. Ama şu anda, bunun bu şekilde olup olmadığı ile ilgili oldukça ilginç bir soru söz konusu. Birçok felsefeci bizim gördüğümüz renklerin, bu renklerin özelliklerinin gerçekte dünyanın içimizde meydana gelen temsili görüntüsünün özellikleri olduğunu iddia ediyorlar. Buna göre dünyanın kendisine ait böyle renkler bulunmuyor. Bu nedenle bizim zihinlerimizin dışında olan, bizim yaşadıklarımızdan bağımsız olan dünya aslında renksiz... Sözün gelişi, siz elmaya bakmadığınız zaman yine kırmızı renkte mi? Düşündüğümüz zaman dünyanın bizim gördüğümüzü düşündüğümüz renkte olduğunu sanmak aslında bizim şovence yaklaşımımız. Çünkü artık bu gezegeni paylaştığımız diğer canlıların farklı renk sistemleri olduğunu ve bazı durumlarda renkler arasında bizden daha az ayırım yaptıklarını ve bunun sonucunda dünyayı gerçekte bizim gördüğümüzden farklı renklerde algıladıkları görüşünü biliyoruz. Bu nedenle biz dünyayı belirli renklerde görüyoruz, fakat belki de hayvanlar farklı renk grubu içinde görüyorlar. Neden şimdi bizim gördüğümüzün doğru olduğunu düşünelim? Dünyanın gerçekte sahip olduğu renklerin bizim gördüklerimiz olduğunu nereden bilebiliriz? Belki de bunlar sadece, bizim ve yeryüzündeki hayvanların oluşturduğu görüntülerin özüne ilişkin dünyayı kodlamanın iki farklı yolu.
İnsan gözünden bakıldığında çiçeklerin görünümü.
Aynı çiçekleri arılar böyle görüyor.
                 O'Brien'ın konuyla ilgili tespiti, gerçekten de "dışarıdaki gerçekliğin" nasıl bir şey olduğunu sorgulama bakımından önemlidir. Bizim dışımızdaki diğer canlıların da dışarıda ışık gördüklerine veya renkleri bizim gibi algıladıklarına dair hiçbir delil yoktur. Bizim kanaatimizin en doğru olduğunu gösteren bir bilimsel delile de ulaşmamız mümkün değildir. Bu durumda dış dünya ile ilgili yalnızca zanlarımız ve tahminlerimiz söz konusudur. Çünkü dış dünyayı bildiğimiz şekilde algılamamız, sahip olduğumuz beş duyuya bağlıdır.

Dış Dünyayı Tanıtan 5 Duyu
Eğer bildiğimiz her şey kendi zihnimizde görülen duyusal görüntülerse, bizim algılarımızın dışında bir fiziksel gerçeklik olduğunu nereden bilebiliriz? Bu yalnızca bir tahmin değil midir? Benim cevabım: Evet'tir. Bu bir tahmindir; ama yine de en inandırıcı olandır.
Peter Russell

Dış dünya ile ilgili her türlü bilgi ve niteliği, ancak duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz. Duyu organlarımız vasıtasıyla gelen elektrik sinyalleri kesildiğinde, dışarıda var olan dünya, "yalnızca bizim için" yok olacaktır.
            Dış dünya dediğimiz şey, atomların birbirleriyle yaptıkları elektron alışverişinden, radyo dalgalarının havada sürüklenişinden, hava moleküllerinin titreşiminden ibarettir. Peki, bir nesneyi nesne haline getiren atomlar ve moleküller ve radyo dalgalarını meydana getiren enerji kaynakları acaba gerçekte var mıdır? Bunların varlığını bizlere kanıtlayan nedir? Meydana getirdikleri maddesel varlıklar mı; gördüğümüz, kokladığımız, hissettiğimiz cisimler mi; yoksa duyduğumuz veya izlediğimiz radyo dalgaları mı? Yoksa beş duyumuzdan bizlere ulaşan elektrik sinyalleri mi? Bu elektrik sinyalleri ortadan kalktığında ne olacak? Dış dünya yok mu olacak?
Dış dünya, yoğunlaştırılmış bir dalga şekli olarak vardır. Ancak bizim algıladığımız dünya, dış dünyanın aslı değildir. Dolayısıyla, bize ulaşan elektrik sinyalleri ortadan kalktığında, bizim için dış dünya gerçekten de yok olacaktır. Çünkü dış dünya ile ilgili her türlü bilgi ve niteliği, ancak duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz.

            Bize dış dünya ile ilgili verilen bilgi, yalnızca duyu organlarımızın bize ilettiği şekildedir. Bize ulaşan bu bilgiler, bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyaline dönüştürülür ve bu sinyaller beynimizin ilgili noktalarında yorumlanır. Dolayısıyla içtiğimiz bir içecek, seyrettiğimiz bir film, kokladığımız bir çiçek beynimizin bu yorumunun bir sonucudur.

              Ancak burada şu gerçeği tekrar hatırlatmakta fayda vardır: Beynimizde gerçekte ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beynimizde var olan şey sadece elektrik sinyalleridir. Karşımızda seyrettiğimizi zannettiğimiz uçsuz bucaksız manzara, bakmaya doyamadığımız rengarenk bir çiçek, yüksek sesli müzik, tadına hayran kaldığımız mükemmel bir yemek aslında yalnızca beynimize ulaşan elektrik sinyallerinden ibarettir. Bu, kuşkusuz dış dünyanın yokluğu anlamına gelmemektedir. Duyu organlarımızdan beynimize iletilen elektrik sinyallerinin kesilmesi, dışarıda var olan dünyayı ortadan kaldırmayacaktır. Böyle bir durumda dış dünya, "sadece bizim için" yok olacaktır. Çünkü, bize ait dış dünya, yalnızca elektrik sinyallerinin beynimizde yorumlanmasından ibarettir.
Mapping The Mind (Zihnin Haritasını Çıkarmak) isimli kitabında bilim yazarı Rita Carter, dünyayı nasıl algıladığımızı şöyle açıklar:
Her bir duyu organı kendine uygun uyarıya cevap verecek şekilde yaratılmıştır. Bu uyarılar ise, moleküller, dalgalar veya titreşimler şeklindedir. Tüm bu çeşitliliklerine rağmen duyu organları temelde aynı görevi görürler: Kendilerine özgü uyarıları elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bir uyarı ise sadece bir uyarıdır. Kırmızı renk değildir veya Beethoven'ın Beşinci Senfonisi'nin ilk notası değildir, sadece bir elektrik enerjisidir. Aslında, bir duyuyu diğerlerinden farklı hale getirmek yerine, duyu organları hepsini benzer hale, yani elektrik sinyallerine dönüştürürler.
Öyle ise, tüm duyulara ilişkin uyarılar, birbirinden tamamen farksız bir formda beyne, elektrik akımları şeklinde girerler ve buradaki sinir hücrelerini uyarırlar. Tüm olan budur. Bu elektrik sinyallerini tekrar ışık dalgalarına veya moleküllere dönüştüren bir geri dönüşüm sistemi yoktur. Bir elektrik akımının görüntüye ve bir diğerinin kokuya dönüşmesi ise, bu elektrik akımının hangi sinir hücrelerini etkilediğine bağlıdır.

             Bu, gerçekten de son derece şaşırtıcı ve önemli bir konudur. Dünya hakkında aldığımız tüm hisler, görüntüler, tatlar, sesler, aslında aynı malzemeden, elektrik sinyallerinden meydana gelmektedir. Elektrik sinyallerini bizim için anlamlı hale getiren, onları lezzetli bir yiyecek, güzel bir manzara, hareketli bir müzik şekline dönüştüren ise bu elektrik sinyallerinin beynimizde etkileştiği bölgedir. Ama onu hisseden ve algılayan varlık başkadır. Beyin ve elektrik sinyalleri, bir yemeğin tadını, bir çiçeğin rengini ve kokusunu hissedip ondan zevk alamaz. Materyalist bilim adamlarının fark edemedikleri şey, algılayıp hissedenin, beyinden farklı bir şey, yani "ruh" olduğudur.

           Kaliforniya Üniversitesi'nden nörobilimci ve psikiyatri profesörü Jeffrey M. Schwartz, algının beyinden bağımsız meydana geldiği gerçeğini şu sözlerle açıklamaktadır:
Her bilinç durumu, muhtemelen tek ve eşsiz olan belli bir hisse sahiptir. Bir hamburgeri ısırdığınızda edindiğiniz deneyim, bir bifteği çiğnemekten farklıdır. Her türlü tat deneyimi, bir Chopin etüdünü dinlemekten veya şimşekli bir fırtınayı seyretmekten veya bir içeceğin kokusundan farklıdır. Görsel kortekste kırmızının oluştuğu yerin belirlenmesi, bizim kırmızıyı algılamamız veya kırmızı algısının neden Alfredo yemeğinin tadından veya (Beethoven'in eseri) "für Elise"yi dinlemekten farklı olduğunu açıklamaktan uzaktır... En detaylı MR'lar bile algılamanın veya fark etmenin fiziksel kaynakları dışında bir şey vermemektedir. Bunun nasıl bir duygu olduğunu açıklamanın yanına bile yaklaşamamaktadır. Kişinin birincil olarak kırmızıyı algılaması konusunu açıklayamamaktadır. Bunun farklı insanlar için de aynı olduğunu nereden bilebiliriz? Neden beyin mekanizmaları üzerinde çalışmak, hatta moleküler seviyede çalışmak, bu sorulara hiçbir şekilde bir cevap sağlayamamaktadır?
Peter Russell ise, bu gerçeği şu şekilde açıklamıştır:
Ne zaman fiziksel görünüm ayrıntılarını araştırmaya kalksak, hep elimiz boş dönüyoruz. Fiziksel ile ilgili olarak edindiğimiz her fikir yanlış çıkıyor. Maddecilik fikri gözlerimizin önünde buharlaşıp gidiyor. Ama maddesel dünyaya olan inancımız gitgide kökleşiyor – bizim deneyimlerimizle sürekli olarak takviye oluyor – öyle ki, bunların fiziksel bir temeli olması gerektiğine dair zannımıza sıkı sıkıya yapışıyoruz. Dünya'nın tüm evrenin merkezinde olduğu zannından hiçbir zaman şüphe etmeyen ortaçağ astronomları gibi, dış dünyanın fiziksel bir kökeni olduğu zannımızı hiçbir zaman sorgulamıyoruz. Gerçekten de, bunun yanıtının doğruca bize bakıyor olabileceğini fark ettiğimde oldukça şaşırdım. Belki de dışarıda gerçekten de hiçbir şey yok. Yani, hiçbir "şey". Fiziksel görünüm diye bir şey yok. Belki de her şeyin sadece beyinsel bir görünümü var.

Beynin içinde, olup bitenleri izleyen bir küçük insan yoktur. Beyin üzerine yapılan çalışmalar, algılayanın kim olduğu sorusuna hiçbir zaman cevap vermeyecektir. Çünkü algılayan, insanın fiziksel benliğinden bağımsız olan "ruh"tur.
         Beyin üzerine yapılan çalışmalar, algılayanın kim olduğuna dair sorulara hiçbir zaman cevap vermeyecektir. Çünkü bilim adamlarının beyinde aradıkları şey, aslında insanın fiziksel bedeninden farklı, kendi benliğinde var olan şeydir.
Stanford Üniversitesi nöropsikoloji profesörü Karl Pribram bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa şöyle dikkat çekmiştir:
           Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan", vb. üzerine düşünüp durmuşlardı. "Ben" – yani beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi gerçekleştiren kim? Assisili Aziz Francis'in de söylemiş olduğu gibi: "Aradığımız şey bakanın ne olduğudur."
         Şuur, yalnızca Allah'ın insana verdiği ruhun sahip olduğu bir özelliktir. İnsan sahip olduğu ruh ile düşünüp algılayan, karar alıp yorum yapabilen bir varlık haline gelir. Sahip olduğu bilinç ve akıl, bu ruhun insana kazandırdığı özelliklerdir. Allah ayetinde şöyle buyurur:
Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun. (Şura Suresi, 52)
Bu konu ilerleyen bölümlerde detaylı olarak açıklanacaktır.